Hastasını Enkaz Altında Bile Yalnız Bırakmadı

Büyük depremin üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Acılar kadar derin olan enkazın altından onlarca insanın hikayesi çıkmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de son nöbetinde depreme yakalanan fakat cihaza bağlı olan hastasını bırakmadığı için 6 katlı bir hastanenin enkazının altında son nefesini veren Muzaffer Kılınç. Kılınç’ın hikayesini öğrenebilmek için ailesinin ve dostlarının yaşadığı Fethiye’ye doğru yola çıkıyorum.

 

Annesinin Fethiye’deki evine vardığımda aile fertlerinin gözlerinde hala daha dinmemiş acı karşılıyor beni. Böyle bir acı nasıl dinebilir ki? Evin her köşesinde ona ait fotoğraflar, tutkunu olduğu imzalı Fethiyespor forması belki de her bir sayfasında kendisini alıp uzaklara, çok uzaklara götüren kitapları… Öte yandan Muzaffer, 2010 yılında Gediktepe’deki terör saldırısından yaralı kurtulmuş, gösterdiği kahramanlığa karşı kendisine verilmek istenen gazilik unvanını ise şehit olan arkadaşlarına haksızlık edeceğini düşünerek reddetmiş birisi.

“Ona Bir Şey Olabileceğine İhtimal Vermedim”

Deprem anını sorduğum anda daha cümlem bitmeden kelimeler dökülüyor annesinin dudaklarından: “Merkez üssü Kahramanmaraş’tı, haberleri izlediğimde Hatay’ın bu denli hasar görmüş olacağını hiç düşünmemiştim. Muzaffer’in de bulunduğu Antakya Devlet Hastanesi’nin yıkıldığını söylediklerinde ona bir şey olabileceğine ihtimal vermedim o ki İstanbul depremini atlatmıştı bunu mu atlatamayacaktı dedim. Saatlerce onu aradım ama hep efendim anneciğim diye açtığı telefonunu bu sefer açmadı. Gün geçtikçe hafifleyeceğini zannettiğim bu acı hiç geçmiyor, onu çok özlüyorum.”

 

Aynı soruyu kardeşi Fatih Kılınç’a yönelttiğimde o anları tekrar yaşamışçasına derin bir nefes alıyor: “Muzaffer’i ve ona ulaşabileceğimi düşündüğüm tüm aramalarım cevapsız kalmıştı, durumun ciddiyetini ilk saatlerde tam olarak bilmiyorduk. İçimden kesin bizimki iyidir diğer insanlara yardım ediyordur da ondan telefonlara cevap veremiyordur diye geçiriyordum ta ki internette çalıştığı hastanenin fotoğraflarını görene dek. O görüntülerden sonra ağabeyimle birlikte Hatay’a doğru yola çıktık. Evden çıkarken anneme dönüp onu bulup getireceğim dedim. Ya ölü ya diri.”

“İnsan Bazen Bir Belkiye Tutunuyor”

Muammer ve Fatih Kılınç’a kardeşlerini bulmak için gittiği Hatay’da durumun nasıl olduğunu ve arama kurtarma sürecinin işleyişini sorduğumda Muammer Kılınç konuşmaya başlıyor:

“Hatay’a vardığımızda bina tamamen yıkılmıştı o binayı gören herhangi biri oradan canlı çıkmanın mümkün olmadığını çok net bir şekilde anlayabilirdi. Aslında kardeşim ve ben Muzaffer’in oradan canlı çıkmayacağını ilk an kabullenmiştik fakat her ne kadar imkânsız görünse de insan bazen bir belkiye tutunuyor. Milyonda bir ihtimal bile olsa ona tutunarak Muzaffer’i aramaya başladık. Etrafta insan yoktu, kocaman bir ilkelliğin ortasındaydık. Çalıştığı polikliniğin konumunu tahminen belirledikten sonra ellerimizle kazmaya başladık, henüz arama kurtarma ekipleri gelmemişti. Hastanenin etrafı kalabalıklaşmaya başladığında herkes birlik oldu ve molozları kendi imkanlarımızla kaldırmayı denedik. Hava sıfır derecenin altındaydı, ışık yoktu zifiri karanlıktaydık, içecek bir damla su bulamıyor ve dışarıdakilerle iletişim dahi kuramıyorduk. O gece Fatih’le dönüşümlü olarak uyuduk. İkinci günün sonunda arama kurtarma ekipleri geldi ve tam anlamıyla çalışmalar başladı. Kaldırılan her molozun altından cansız insanların bedenleri çıkıyordu. Enkazın tamamını kaldırmanın günler süreceği belliydi. Yaptığımız iş iğneyle kuyu kazmaya benzemiyordu, tam anlamıyla oydu.

Fatih Kılınç’a süreci sorduğumda yaşadığı o anı anlatmak, anlatırken tekrar yaşamak kaldırabileceğinden çok daha ağır bir yüktü. Ara ara konuşmayı kesmek zorunda kalmıştım, cümlelerine her başladığında boğazı düğümleniyordu. Bu tarifi olmayan acıyı konuşmak çok zordu. Kendini hazır hissettikten sonra anlatmaya başladı:

“Çalışmalar devam ettikçe enkazdan çıkartılan kimsenin yaşamadığını gördük, burada hayat yoktu ama işte bir umut diyor insan ya hayattaysa ve bizim onu bulmamızı bekliyorsa diye aramaktan bir an olsun vazgeçmedik. Düzce Belediyesi’nin arama kurtarma ekibiyle konuştuğumda bana Muzaffer’i bulmadan buradan ayrılmayacaklarını söylediler. Zaman ilerliyordu ve o hala tonlarca kilo ağırlığındaki molozların altında yardım bekliyordu belki de. Artık çaresiz bir haldeydik, gizli gizli kuytu köşelerde ağladığım olurdu. Buraya ilk geldiğimizde Muzaffer yaşıyor ve onu bulacağız demiştim gün geçtikçe ümidim tükeniyordu en son ağabeyime umarım onun herhangi bir parçasını dahi olsa buluruz demeye başlamıştım. Aileme onu bulup getireceğime dair söz vermiştim. Eğer Muzaffer’i bulamazsak buradaki herhangi bir cesedi oymuş gibi aileme götürmeyi bile düşünmüştüm. Onuncu günün sonuna doğru saat 23.50 civarında çalışan kepçeler ve birkaç kişilik gözcü grubuyla enkaz kaldırılırken bir karaltıya rastlanıldığı esnada ben çalışma alanından yaklaşık 60 metre uzaklıktaydım, enkazdan kafasını içeri sokan adam elleriyle bir işaret yaptı ve tüm çalışmayı durdurdu.”

 Ağabeyime Baktığımda Onunla İlgili Hiçbir Güzel Anıyı Hatırlayamayacak Olmaktan Korktum

“Muzaffer çıktığında onu siyah bir torbaya koydular, teşhis için beni çağırdılar. Üzerindeki beyaz bez parçasını kaldırdıklarında kardeşimi tanıyamadım, insan nasıl olur da kardeşini tanıyamaz? Fatih bana ‘sırtında büyük bir ben var ona bak ‘dediğinde tekrar incelemeye başladım ama vücudu öyle bir haldeydi ki tespit etmek mümkün değildi. Düzce arama kurtarma ekibinden Hidayet Bey elinde bir su şişesi ve bezle gelip kardeşimin yüzünü iyice yıkadıktan sonra ancak tanıyabilmiştim. Orada yatan benim kardeşimdi.”

Fatih Kılınç abisinin sözünü devralarak:

“Muzaffer çıktığında ona bakamadım, bakmak istemedim. Eğer bakarsam onunla ilgili hiçbir güzel anımı hatırlayamayacağımdan korktum. O benim çocukluğumdu, sanki enkazdan onunla birlikte benim çocukluğum da çıkmıştı. Bu anlatabildiklerimin sadece bir kısmı, orada yaşadıklarımızı bir biz biliyoruz hepsini anlatmaya dilim varmıyor. Dayanamıyorum.”

Şehit Olan Arkadaşlarına Haksızlık Edeceğini Düşünüp Gaziliği Reddetmişti

“Ben aslında son ana kadar oradan canlı çıkacağına inanıyordum o çok güçlüdür, benim onun yaşadığına dair olan inancım 10. güne kadar hiç bitmemişti” diyerek söze başlıyor ablası Münevver Tombak:

“İstanbul’da yaşadığım dönemde benim yanımda kalıyordu askerlik vakti geldiğinde teslim olmaya giderken bana ablacığım senin için askere gidiyorum demişti. Askere gittikten birkaç ay sonra bir gün evde televizyon izlerken onun bulunduğu yerde gerçekleşen Gediktepe saldırısı haberini gördüm kalbimin atışını boğazımda hissediyordum ona bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim, saatlerce ona ulaşmaya çalışmıştım. Sürekli şehit haberleri geliyordu. Akşama doğru telefonum çaldığında Muzaffer’in sesini duyduğum gibi ağlamaya başlamıştım, o da hıçkırarak ağlıyordu. Biraz sakinleştikten sonra Muzaffer konuşmaya başladı; ‘Abla arkadaşlarımı kurtaramadım, kardeşlerim gözlerimin önünde teker teker şehit oldular’ dedi. Muzaffer de ağır yaralanmıştı. GATA’ya sevk edildi ve orada uzun bir süre tedavi gördü. Bu süreçte kendisine gazilik unvanı verilmek istendi o kalbi öyle güzel bir çocuktur ki onunla birlikte hastanede yatan durumu daha ağır arkadaşlarına, şehit olan kardeşlerine haksızlık edeceğini düşünerek gazilik unvanını reddetti. Böyle bir saldırıda bile hayatta kalmıştı, bu depremin onu bizden alıp götüreceğine inanmamıştım.”

Muzaffer’in geçmişte yaşadığı badirelere rağmen hayatta kalması ailesinin onun yaşama ihtimaline bağlanmasına sebep olmuştu. Depremin üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen ailesi bu kaybı hala kabullenebilmiş değildi.

Muzaffer günlük yaşantısında nasıl biriydi diye sorduğumda ablası kocaman bir gülümsemeyle;

“Çocuklara bayılırdı çünkü kendisi de çocuk ruhluydu, nerede bir öğrenci görse cebine harçlığını koyardı. Çevresindeki çocuklara kızdığında onlara ceza olarak kitap okutur, okudukları kitabı ona anlatana kadar da affetmezdi. Denizi severdi, mutluydu Muzaffer. Sürprizlerle doluydu, hiçbir özel günü kaçırmazdı. Yılbaşlarında, doğum günlerinde ne zaman kapıyı açsam onu bulurdum karşımda. Depremden sonra çalan çoğu kapıda onu görmeyi bekledim ama o hiçbir zaman gelmedi, gelmeyecek!

Depremde yitip giden canlardan sadece bir tanesiydi Muzaffer. Ailesinin bir tanesiydi. Deprem anında hastasını bırakmayacak kadar fedakâr, haksızlık etmekten korkup gaziliği reddedecek kadar yiğit. Sıkı sıkıya bağlandığı hayattan altmış saniye kopartmıştı onu.

Altmış saniye…

Elli bin doksan altı can…

On şehir…

Ve henüz yazılmamış binlerce hikâye…

Haber: Doğa Arı

0

Misyon

Vizyon

İletişim

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ
DUMLUPINAR BULVARI KONYAALTI / ANTALYA
Tel: 0 242 310 15 30
Tel: 0 242 310 15 31