“Hayvanların, Doğanın, Yaşamın İzlerinin Olduğu Bu Yeri Tüm Zorluğuyla Sahipleniyorum”

Bingöl’ün Malkoç Yaylası, Şeytan Dağları’nın eteğinde tüm güzelliğiyle göz kamaştırıyordu. Güneş tam tepedeydi. Şahhanım, haziran sıcağında yaylada alnından terler akarken koyun sağıyordu. Yüzünde oluşan çizgilerden belliydi yorgunluğu. Süt kovasını adeta bir kırılgan nesneyi korur gibi elinde taşıyordu. Çoluğunun çocuğunun emeğiydi neticesinde. Ayağında kara lastiği, üzerinde şalvar ve saçında beyaz tülbentiyle yüzündeki yorgunluğu bastırmak istercesine kocaman gülümseyerek bana doğru geldi:

“Henüz Çocukken Dağlarda, Yaylalarda Sürü Gütmeye Başladık”

“Hâlimiz ortadadır” dedi Şahhanım: “Kendimi bildim bileli bu işi yapıyorum. Köyde yaşayan bir kadınsanız hayat çok zor. Hele ki benim gibi kalp hastası bir kadınsanız daha da zor. Köyde yaşadığım için bir şekilde yollarımız hayvancılıkla kesişti. İster istemez kendimi bu işi yaparken buldum. Henüz çocukken dağlarda, yaylalarda sürü gütmeye başladık. Tıpkı bizim çocuklarımız gibi. Evlenmeden önce aileme hayvancılık işinde yardım ederdim. Evlendikten sonra da kendi hayvanlarımla ilgilenmeye, onları beslemeye ve otlatmaya devam ettim. Sanırım bu biraz da şans işi. Coğrafya gerçekten kaderini belirliyor diyebilirim ama 50 yıllık yaşamım boyunca doğup büyüdüğüm yeri sevmemem mümkün değil. Ben dağlara aşık birisiyim. Bazen köyde evimin önüne çıkıp yaylama doğru bakıp dağlarla hasret gideririm. Hayvanların, doğanın, yaşamın izlerinin olduğu bu yeri bu tüm zorluğuyla sahipleniyorum.

Dağları işaret parmağıyla gösterip adeta bir şey borçluymuş gibi duygu dolu gözlerle bakıyordu.

“Neden yaylaya çıkıyorsunuz” dedim

Şahhanım:

“Köyde hayvancılık yapan herkes, arazisini kışın hayvanlara ot vermek için biçiyor. Bu yüzden bir süre sonra arazilere giriş çıkışlar yasaklanıyor. Köylünün hayvanlarını otlatması için mera olan yaylalara çıkıyoruz. Her sene mayıs ayında çıkıp eylülde köye iniyoruz. Yaylada hayvanlara bakmak için bizler de çadırda kalıyoruz. Hayvanlardan sağdığımız sütle kendi ürünlerimizi sağlıyoruz. Peynir, yoğurt, çökelek ve tereyağı gibi süt ürünlerini elde edip geçimimizi sağlamak için bunları satıyoruz. Aslında ikinci bir evimiz de diyebilirim yayla için. Tabi köye göre daha zor şartlar içinde yaşıyoruz. Elektrik, çeşme suyu, yollar yok. Daha çok insan ve hayvan ayak izlerinden olan patika yollar var. Dağlardan geçtiğimiz için at ya da eşek kullanarak yaylaya ulaşıyoruz. Göçebe olarak yaşıyoruz.”

Bunları köy yaşamında kendine yer edinmiş bir mücadele karakteri olarak anlatıyordu. Güneşten yanan yüzü, hayvan sağmaktan yıpranmış elleri ve meraklı bakışlarıyla sesin geldiği yöne doğru baktı. Gelen bir adamdı. Onu göstererek kocası olduğunu söyledi.

“Bu bizim Veysel” dedi, “Bu da hayvanlara bakmaktan hep uykusuz ve yorgun”

Adam geceden kalma kızarmış gözlerle bana bakarak elini uzatıp “hoş geldin yaylamıza bacım” dedi.

“İkimiz Tek Göz Odada 3 Çocuk Büyüttük”

Şahhanım ve kocası Veysel, zor şartlarda yaşayıp birbirilerine destek olmuşlar. İkisi birbirini tamamlarcasına her işte beraber çalışmışlar.

Şahhanım:

“Biz karı koca durmadan çalıştık. Eşimle evlenirken durumumuz çok iyi değildi. Üstelik kimsesi de yoktu. İkimiz tek göz odada 3 çocuk büyüttük. Köyde (Dinarbey Köyü) zor olan yaşantı bizim için katlanarak büyüdü. Kocam köyde bir evimiz olsun diye yıllarca çobanlık yaptı. Aynı zamanda ot işlerimizin sarkmaması için akşam köye inip ot toplayıp sabaha doğru da yaylaya gelir hayvanlara bakmaya devam ederdi. Bu süreçte ben idare ederdim onu. Bu yüzden kendimi çocuklarımla yeterince ilgilenememiş hissediyorum. Çocuklarımı sırtıma alıp sürüyü gütmeye giderdim. Koyunları sağarken çocukları bir yere indirir ve sağmaya devam ederdim. Kadın için köydeki işlerin cinsiyeti olmuyor. Yeri geliyor odun topluyorum. Yeri geliyor ekmek pişirip sürüyü güdüyorum”

Adam derin düşüncelere dalıyor. Sanki o anları dinlerken tekrar yaşıyor. Beyaz kır saçları, pos bıyıklarıyla çok da yıpranmış görünüyor. Küçük, kısa parmakları ve nasırlı eliyle sakalını ovuşturuyor. Yüzünden okunuyor verdiği mücadelenin zorluğu.

Ovada yılkı atları koşturuyorken çoban köpekleri ağaçların gölgesinde uzanmış ve sürünün otlatılacağı zamanı bekliyorlardı. Beyaz çadırlardan neşeli çocuk kahkahaları geliyordu.

Sahanım’ın kocası da Dinarbey Köyü’nde doğup büyümüş. Şimdi tanışma hikayelerini anlatmak için sözün kendisine gelmesini bekliyor.

Veysel:

“Eşim benim tek şansımdı. Onunla yaşantım güzelleşti. Evet zor bir yaşantıydı ama onu dayanılır kılan eşimdi. Sanırım tüm şansımı onda kullandım. Hangi kadın ailesi ve durumu olmayan biriyle evlenir ki. O tüm zorlukları beraber aşacağımıza inanıyordu ve öyle de oldu. Şimdi çocuklarımız büyüdü. Onların da bu hayatı yaşamasını istemiyorum. Bu yüzden onlara hep okumaları gerektiğini söylüyorum. Tek bir koyunum kalsa dahi çocuklarımın eğitimi için satarım. Yeter ki kendilerini kurtarsınlar bu hayattan. İşte o zaman biz de anne baba olarak görevimizi yerine getirmiş oluruz. Aile çok önemli bir şey. Benim gibi eksik hissetsinler istemiyorum. Ben kendi babamı hiç görmedim mesela. O da hep çobanlık yaparmış. Ben hatırlamıyorum onu. Anlattıkları kadar biliyorum. Bir fotoğrafı bile yok elimde. Babam 36 yaşında bir kış günü yaylada çıkan fırtınada donarak ölmüş. Ben o zaman 2 yaşındaydım. Benim dedem de 26 yaşında askerdeyken hastalık geçirip ölmüş. Bizim erkeklerden bir tek uzun yaşayan ben oldum (50 yaş). Allah ömür verirse yaşayacağız. Ben 7 yaşına gelince de annem başka bir adamla kaçtı. Kaçtı diyorum çünkü o zamanlar evlenenler hep bu şekilde evlenirdi. Amcamlarda kaldım bir süre.  Bingöl Öğretmen Lisesi’ni bitirdim. Bir kez üniversite sınavına girdim ve kazanamadıktan hemen sonra askerliğe gittim. Askerden döner dönmez evlendim. Sonra yolum karımla kesişti. Beni ayakta tutan her zaman eşim oldu. Ona her şey için minnettarım.”

Adam bunları anlatırken gözleri doldu. Adeta çocukluğuna gitti. O hiç yaşamadığı çocukluğuna. Ailede tek yaşayan erkek oluşundan bahsederken sanki korkuyor ve sonunun da onlara benzeyeceğinden endişeleniyor gibi. Ama en çok da çocukları için korkuyor

Şahhanım:

“Ben de eşimden razıyım. Her durunda her şartta bizlere sahip çıktığı için. Zor zamanlardı ama şükür aştık onları. Şimdi çocuklarımız büyük. Bize muhtaç kalmasınlar diye eşimin de dediği gibi tek isteğimiz onların kendini ayakları üzerinde durması. Onlar bizim gibi dayanıklı değiller bu hayata. Bize çok yardım ediyorlar sağ olsunlar”

Veysel :

“Vallahi çok çalışkanlar. Bir görseniz. Şimdi okuldalar ama”

“İnşallah bir gün tekrar yolum düşer” dedim.

Biz ayaküstü sohbet ederken kadınlar hayvan sağmaya, erkekler koyun yünlerini makasla kırpmaya devam ediyordu. Çocuklar çıplak ayaklarıyla utanarak bize bakıyorlardı.

Onlardan ayrılırken anladım ki yaşantımız ne kadar zor olsa da bunu yaşanılır kılan kişiler olmalı hayatımızda. Sahanım’ın bir kadın olarak verdiği mücadele ve eşiyle zorluklara karşı direnişi beni derinden etkilemişti.

Böylesine zor bir yaşantısı olan iki kişiyi bir araya getiren her neyse onları birbirine daha da bağlamıştı. Bu dağlar bu büyük zorluklara katlanacak kadar çok mu güzeldi gerçekten? Ben olsam becerebilir miydim bilmiyorum ama Sahanım’ın bu dağları ve yokuşları severek yürüdüğü bir gerçek.

Röportaj: Ezgi Kuluğ

0

Misyon

Vizyon

İletişim

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ
DUMLUPINAR BULVARI KONYAALTI / ANTALYA
Tel: 0 242 310 15 30
Tel: 0 242 310 15 31