“Yapacak bir şey yoktu, kitaplara sarıldım” demiş satırlarında modern edebiyatımızın yeni dönem şairlerinden Ali Lidar… Sadece şair de değil; hem öğretmen hem de bir sosyolog. Son yıllarda çıkardığı şiir ve deneme kitaplarıyla, edebiyatımızda kendine bir yer edindi. Çıkardığı şiir kitaplarının yanı sıra 400 farklı dilde toplam 2000 kitabın bulunduğu Küçük Prens Müzesi’ni de kurdu. Halk arasında “Tepebaşı Dükü” olarak da anılan Lidar, Eskişehir Anadolu Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yapıyor. Şiirleri ile son yılların en sevilen modern şairleri arasında yerini alan Ali Lidar ile edebiyatı, Oğuz Atay’ı ve yeni kurduğu Küçük Prens Müzesi’ni konuştuk…
Sizinle ilgili araştırma yaptığımız zaman karşımıza sosyolog, öğretmen, şair ve yazar olduğunuz bilgisi çıkıyor. Siz kendinizi en başta ne olarak görüyorsunuz veya tanımlıyorsunuz?
A.L: Öğretmenim. 23 yıldır öğretmenlik yapıyorum. “Sosyologluk” unvanını sosyoloji okuduğum için alıyorum fakat henüz öyle bir görev yapmadım. Yazar ve şairlik işlerim de çok sonradan ortaya çıktı, 2014-2015 yılları gibi. Dolayısıyla benim uzun süredir yaptığım, neredeyse emeklilik zamanlarına geldiğim işim öğretmenlik. Her şeyden önce ben kendimi “öğretmen” olarak tanımlıyorum, diğerleri sonra geliyor…
Türk ve dünya edebiyatından “örnek alıyorum” veya “çok seviyorum” dediğiniz başlıca yazarlar kimlerdir?
A.L: Çok fazla var tabii. Ben edebiyat üçlemesi hazırlamıştım, orada yaklaşık 60 yazardan bahsetmiştim. Oradakilerin tamamından bir şekilde etkilenmişimdir fakat birkaç kişinin altını çizmem gerekirse, Türk edebiyatından dört romancı benim için çok önemlidir: Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk. Bizim edebiyatımızdan bu isimler beni bir okur olarak heyecanlandıran isimler. Dünya edebiyatından da çok isim var fakat onlardan da birkaçını söyleyecek olursam, Dostoyevski tabii ki başı çeker. Lise yıllarımdan beri hevesle okumuşumdur. Onun dışında George Perec çok nevi şahsına münhasır bir yazardır. Italo Calvino da son birkaç yıldır döne döne okuduğum yazarlardan biri. Tabii burada dünya klasiklerinin çoğunu saymak da mümkün. Şiir konusuna da gelirsek, benim en çok etkilendiğim iki isim İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu’dur. Çok şiir okurum fakat bu iki isim benim için çok farklı bir yerdedir.
“Bir Şairi Seviyorsanız Ondan Etkilenirsiniz”
Alengirli Şiirler kitabınızdaki “Ah Muhsin Ünlü, Alper Abi ve Ben Kimsem Artık” başlıklı yazıyla, şiirlerini Ah Muhsin Ünlü imzasıyla yazan Onur Ünlü’ye adeta bir atıfta bulunuyorsunuz ve sizi tarz olarak Ah Muhsin Ünlü’ye benzetenler de mevcut. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Tarz olarak kendinizi birilerine benzetiyor musunuz?
A.L: Gerek dizileriyle, gerek filmleriyle benim işlerini çok sevdiğim birisidir Onur Ünlü. Tabii tek kitabı var ama benim edebiyata başlamamdan çok önce çıkmıştır onun kitabı. Etkilendiğim şairlerden birisidir kendisi. Onun şiirle olan meselesi, oynadığı dil oyunları, okuru zamanında şaşırtan tavrı beni çok etkilemiştir. Dolayısıyla az yazmış olmasına rağmen beslendiğim şairlerden birisidir. Onun bir şiiri vardır “Resulullahla Benim Aramdaki Farklar” diye. Beni çok etkilemiş bir şiiridir. Evet, ben de bu şiirine bir nazire yapmak istedim. Tarzlarımız konusu ise ben bunu bilemem ama genelde bunu duyuyorum. Buna toplum karar verir. Demek ki insanlar ortak nokta görüyorlar. Yani açıkçası ben çok farklı olduğumuzu düşünüyorum ama kendisinden çok etkilendiğim kesin. Bir şairi seviyorsanız ondan etkilenirsiniz, yazarken de onun sesini yakalamaya çalışırsınız. Dolayısıyla evet böyle bir etki vardır, bunun fark edilmesi de benim hoşuma gidiyor açıkçası. Çok sevdiğiniz bir şair ile yazdıklarınızın ve tarzınızın benzetilmesi keyif veren bir şey. Ben bu durumdan gayet memnunum.
“İnsanlar Değişir, Dünya Değişir, Çevre Değişir, Hayat Değişir. Edebiyatın Da Buna Kayıtsız Kalması Mümkün Değil”
Modern Türk Edebiyatı’nın başlamasından bu yana edebiyatımızda hem yazarlar hem de okuyucular yönünden dönemlerin de farklılığıyla beraber çok fazla değişim oldu. Geçmişteki “yeni ikinciler” buna bir örnek olabilir. Eski ve yeni edebiyatçılarımız-edebiyatımız arasında bir fark, bir değişim görüyor musunuz?
A.L: Bu sadece bizimle alakalı olan bir şey değil, bütün dünyada olan bir şey. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” diye diyalektik de var. İnsanlar değişir, dünya değişir, çevre değişir, hayat değişir. Edebiyatın da buna kayıtsız kalması mümkün değil. Her çağ, her dönem kendi algısını ve estetiğini dayatır. O çağın şair ve yazarları da o zamanın bir parçası oldukları için elbette ki bu dayatmanın bir parçasıdırlar. Bu yüzden zaten eğer değişmese problem olurdu. Yani, 1930’larda, 1940’larda yazılan bir şiiri yine okuruz, severiz ama hala o dönemdeki gibi şiirler yazılsaydı bu şiirin artık ilerleyememesi, durması anlamına gelirdi ki bu eşyanın tabiatına aykırı. Hani bazen geriler, bazen ileri gider ama değişim esastır. Bu yüzden her alanda olduğu gibi edebiyatta da değişim karşı konulamayacak bir realitedir.
Peki sizce bu değişimde, edebiyatçılar mı okuyucuları etkiliyor yoksa okuyucular mı edebiyatı etkiliyor?
A.L: Yani burada kesin bir şey söyleyemeyiz, ikisi de denebilir. Edebiyat da okuyucuları etkiler, okuyucular da edebiyatı etkiler. Nihayetinde edebiyatçı bir ürün ortaya koyar fakat ürün ancak tüketici yani okuyucu tarafından gelmiş tepkilere göre hikâyesini devam ettirir. Okuru olmayan bir metnin zaten bir anlamı yok. Haliyle okurun algısı, okurun beğenisi, değerlendirmesi önemlidir ama bazen de büyük edebiyatçılar çağının okuma algısını da değiştirebilirler. Zaten edebiyatçıyı büyük yapan da budur. Buna örnek olarak Oğuz Atay’ı, Yusuf Atılgan’ı, Orhan Pamuk’u örnek verebiliriz. Şiirde de romanda da bunun örneği çoktur. Kısacası bu soruya cevap vermek çok zor, karşılıklıdır denilebilir.
Laf buraya gelmişken, Oğuz Atay’a olan ilginizi biliyoruz. “Tesirsiz Parçalar” kitabınızda “Oğuz Atay Okumak İçin 20 Neden” başlıklı bir yazınız da var. Oğuz Atay sizin için neyi ifade ediyor? Son yıllarda Oğuz Atay kitaplarının TV dizilerinde yer bulması ve Oğuz Atay’ın gerçek ve sahte alıntılarıyla “Oğuz Atay popülerleşmesini” nasıl görüyorsunuz?
A.L: Bazı dizilerde Oğuz Atay’ın kullanıldığını biliyorum, Oğuz Atay’dan parçalar serpiştirildi ve halkın da dikkatini çekti bu durum. Oğuz Atay benim için tabii çok önemlidir, bahsettiğiniz gibi bir yazımda da maddeler halinde anlattım. Yaşadığı dönemde hak ettiği ilgiyi görememiş bir yazar...“Tutunamayanlar” eseri 1970 TRT Roman Ödülü’nü almıştı. 2. baskısı 1984’te yapıldı. Oğuz Atay 1977’de öldü. Yani sağlığında kitabının 2. baskısını göremedi. “Ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?” diye bağıra bağıra gitti yani. Okunmadığından rahatsızdı, şöyle “ben yazarım, okuyup okunmamak beni ilgilendirmez” diye havalı bir tavrı da yoktu. Okunmayı, fark edilmeyi hep istiyordu. Yaptığı işin çok değerli ve kıymetli bir iş olduğunu da biliyordu ama o zamanın ruhu onu çok anlayamadı. 2000’li yıllardan sonra da her yerde görmeye başladık. Ben işe olumlu tarafından bakanlardanım, bir şey popüler olursa bu muhakkak bir değişime de uğruyor. Bazen iyi, bazen kötü oluyor bu değişim. Oğuz Atay sözlerinin yozlaştırılması, ona ait olmayan sözlerin ona aitmiş gibi sağda solda yazılmasını ben de görüyorum tabii. Elbette bu bir hayran olarak can sıkıcı bir durum ama diğer taraftan da bu kaçınılmaz bir şey. Popülarite böyle bir şey. Hele ki içine sosyal medya da girince bunun önüne geçmek zor. Bunun birçok örneği vardır “Küçük Prens” kitabı gibi. Dediğim gibi, ben işe olumlu bakanlardanım. Artık Oğuz Atay’ın öyle veya böyle hakkının teslim edildiğini ve edebiyat tarihimizdeki yerinin ve öneminin anlaşıldığını görüyorum. Oğuz Atay’dan etkilenen bir nesil var; bir roman jenerasyonu da var büyük işler yapan Hakan Günday, Murat Gülsoy var ve daha bunlara benzer bir sürü örnek… Sonuç olarak gelinen noktadan bir Oğuz Atay hayranı olarak memnunum. Oğuz Atay eserlerinin çok satanlarda olması, yeni neslin onu bilmesi aslında benim de onun hakkında yazarken amaçladığım şeylerden biriydi. Popülarite konusunda ise popülaritenin olduğu her yerde yozlaşma oluyor zaten, buna yapacak bir şey yok.
“Ülkede örneği olmayan, dünyada da çok duymadığım bu kadar farklı dilin bir arada olduğu ender mekânlardan biri olduk.”
Eskişehir’de “Küçük Prens Kitap Müzesi”ni açtınız ve yanılmıyorsam bu müzede “Küçük Prens” kitabının neredeyse dünyanın tüm basımları mevcut. Bu müzeyi bize anlatabilir misiniz? Evvelden beri bir hayaliniz miydi?
A.L: Tabii, uzun süredir hayal ettiğim bir şeydi. Ben bir koleksiyon yapıyordum; Antoine de Saint-Exupéry’nin yazdığı “Küçük Prens” kitabı dünyada 400’ün üzerinde farklı dil ve lehçede en çok dile çevrilen bir edebi metin. Ben de Küçük Prens kitabının farklı dilde çeviri baskılarını topluyordum. Sonra başka koleksiyoncu arkadaşlarla da tanıştık. Dillere olan merakım beni aslında biraz buna sürükledi. Epey bir kitaba ulaştık. Sonra şartlar el verdi, “Küçük Prens” kitaplarını, objelerini derledik ve Eskişehir Anadolu Lisesi Küçük Prens Kitapları Müzesi’ni kurduk. Müzede Küçük Prens oyuncakları, objeleri, figürleri gibi şeyler de var ama merkezinde kitapları olan, daha doğrusu dil olan bir müze. Artık konuşulmayan diller de mevcut olmak üzere farklı türlerde çeşitlilik de mevcut. “Küçük Prens” okurlarıyla buluşuyoruz, kitap hakkında sohbetler ediyoruz ve tanıtmaya çalışıyoruz. Planladığımız başka etkinlikler de var atölye çalışmaları gibi özellikle küçük çocuklarla. Velhasıl, ülkede örneği olmayan, dünyada da çok duymadığım bu kadar farklı dilin bir arada olduğu ender mekânlardan biri olduk. Yıllardır hayal ettiğimiz ve kurulması için uğraştığımız bir müzeydi. İnşallah pandemiden de kurtulursak tamamen açık hale getirilip Eskişehir’e yolu düşen arkadaşlarımızla müzemizi gezmeyi ve hikâyemizi anlatmayı istiyoruz.
Son olarak, yakında yeni bir kitap çalışmanız var mı?
A.L: Evet, var. “Tesirsiz Parçalar” kitabım üzerinden sanırım sekiz yıl geçti. Konsept olarak parça yazmayı çok seviyorum. Parça diyorum çünkü bazı metinler öykü gibi de olmuyor fakat şiir de diyemiyorsunuz. Dolayısıyla ben onları bir şeyle tarif etmek yerine parça diyorum. Kitabımdan sonra ben parça yazmayı sürdürdüm. OT dergisinde yazmaya devam ediyorum, epey de oldu. Yazdığınız yazıları dergide yayımlamak iyidir ama dergiler şöyledir: Okur alır, okur ve dergiyle işi biter. Kitap gibi değildir. Çok sevdiğim ve içime sinen yazılarım var onların dergide hapsolup kalmasını istemiyorum. Bu yüzden parçaların ikincisini derlemeyi düşünüyorum. Belki önümüzdeki ay, belki bu sonbahar başında bir kitap projemiz var “Tesirsiz Parçalar” kitabımın devamı gibi. Son şiir kitabımdan sonra epey de şiir yazdım, onlar da bir dosya haline gelecek. Yani bir şiir kitabı bir de deneme kitabı yayımlamayı planlıyorum.
ALİ LİDAR KİMDİR?
Ali Lidar, 1976 yılında Eskişehir’de doğdu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra Eskişehir Anadolu Lisesi’ne atanarak Felsefe öğretmenliği yapmaya başladı. Bir blog sitesinde yazarken 2014 yılında çıkardığı “Tesirsiz Parçalar” kitabı ve sonrasında yazdığı “Alengirli Şiirler” kitabıyla tanındı. Bunların yanında, “Aslında Herkes Haklı, Z Raporu, Yolun Başı, Kişisel Edebiyat Atlası, Büyük Kederler Küçük Öyküler, Olmamış Kahraman Emeklisi, Hayata Rağmen Edebiyat” gibi eserleriyle günümüzde oldukça popüler olan Ali Lidar, hayranı olduğu Antonie de Saint Exupery’nin “Küçük Prens” kitabının koleksiyonunu yaparken 5 Temmuz 2020’de “Eskişehir Anadolu Lisesi Küçük Prens Kitapları Müzesi”ni kurdu. Bugün bu müzede 400 farklı dilde toplam 2000 adet kitap bulunmaktadır. OT dergisinde de yazarlık yapan Ali Lidar bugün öğretmenliğine ve yazarlığına devam ediyor.
Haber/Söyleşi: Eren Baykar
Son güncelleme: 12.03.2023 23:28:32